“Hayatın her alanında güçlü bir varlık gösteren kadınlarımız” diye başlıyordu gelen tebrik mesajı. “Toplum değerlerimize katkıda bulunan bütün kadınlarımızın Dünya Kadınlar Günü’nü kutlarım.” diye devam ediyordu. ”Emek ve gayretleriniz her zaman takdirle karşılanıyor.” Diye de bitiyordu.
Diğer pek çok kadınlar günü mesajından sadece biriydi bu. Kimi elektronik posta kutuma gelmişti, kimi facebook sayfama, bazısı sms olarak, bazısı da sosyal medya paylaşımları ile… Kadınlar Günü Mesajı… Sanal güller, sanal dilekler …
Pek çok alt kimliğimden biriydi “Kadın olmak”… Ve bu kimlikle yapılan algı yönetimine yine en başta bu kimliğim karşı çıkıyordu. Aslında gizli önermelerle beynimin içine sokulmaya çalışılan dolaylı komutlara karşı çıkıyordu bu kimliğim. Örneğin; “ Hayatın her alanında güçlü bir varlık gösteren kadınlarımız” derken, aslında şu mesajı vermiyor muydu: “Eğer hayatın her alanında güçlü bir varlık göstermeyi becerebilirsen bizim kadınımız olursun. Diğeri, bizim kadınımız değildir.” Okuduğumuzda son derece pozitif olan bu cümleyi beynimiz kendi sistemi içinde algılarken, aslında bu gizli alt vurguyu anlamayı ihmal etmez inanın. Sonra ikinci cümle de “Bizim kadınlarımız” demekle ne demek istediğini, tanımlıyor aslında: ”Toplum değerlerimize katkıda bulunan bütün kadınlarımız…” Anlıyoruz ki, toplum değerlerine aykırı olmamamız gerekiyor. Yani farklı bir görüş, farklı bir soru yöneltmemeliyiz. Neyse toplum değeri odur demeliyiz. Demeye çalıştığım ortak insanlık değerlerine göre hareket etmek ve yaşamak değil. Ortak kadınlık değerleri aslında burada topluma yapılacak katkı. Ve de işin acı tarafı “Katkıda bulunmak” … Katkıda bulunmanın sözlük anlamına bakarsak, göreceğiz ki :” Bir şeyin oluşmasına, gelişmesine ya da gerçekleşmesine emek, bilgi, para vb. ile yardım etmek” demek. Yani kadın olursanız ancak katkıda bulunursunuz alt mesajı da mevcut. Doğrudan o işin üstesinden gelemezsiniz, bizim yaptığımıza katkıda bulunursunuz…
Şimdi gizli alt mesajları toparlayıp açık mesaj olarak sıralarsak;
Toplumun kadınlar için belirlemiş olduğu değerlere kadın olarak ancak katkıda bulunan kadınlar bizim için hayatın her alanında güçlü bir varlık gösterir diye takdir görür. Bu durumda bu kadınlar bütün dünyanın kutladığı gün için kutlanmaya değer olur.
Diye bir mesaj çıkıyor aslında…
“Emek ve gayretleriniz her zaman takdirle karşılanıyor”, cümlesi ise tamamen erkek aklının kadını iyice ikinci planda hissettirdiği ataerkil bir söylem… Çünkü, babanın takdiri gibi bir takdir ediliş var…
Bu inanın en masum tebrik mesajlarından biriydi… Mesela şu da var:” Kadınlar gününü sırf kadın olduğun için kutlarım…” ne masum ve ne içten bir cümle sanki…Oysa, seni sadece “Kadın” olarak kabul ediyorum demek bu. Diğer kimliklerinden bana ne? İnsan olmuşsun, anne olmuşsun, okumuş bilim insanı olmuşsun ya da tarlada çiftçi olmuşsun… önemli değil… Seni sadece “Kadın Olarak” kutlarım…
O gün gelen kurumsal şirketlerin mesajlarına da çok güldüm samimiyetle. Müşterisi olduğum bir şirket şöyle bir şey göndermişti:” Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun, bugün Kadınlara özel kozmetiklerde %50 indirim, kaçırmayın!” Hala okudukça güldüğüm bir sms. Ama en takdir ettiğim de bu. Açıkça günün anlam ve önemini belirtmekte. Yıl içinde dünya pazarlarındaki en hareketsiz ay olan mart ayındaki sirkülasyonun artması için konulmuş pazarlama gününün amacına en sadık mesaj buydu belki de. Eğer o şirkette, marketing departmanının yöneticisi olsaydım, :” Dünya Kadınlar gününde bütün erkeklere özel Kadın kozmetiklerinde %50 indirim” yapardım. Çünkü o pazarlama gününde sitem işitmemek için, asılmış bir surat ile karşılaşmamak için , erkekler, ya eşlerine, ya annelerine, ya sevgililerine hediye almak için çırpındılar dünyanın pek çok yerinde…
Evet, bir Dünya Kadınlar Günü daha geride kaldı. Dünya Kadınlar günü bizim evde şöyle kutlandı. Oğlum beni kutlamadı. Çünkü böyle anlamsız bir algı yönetiminin parçası olmayı tercih etmedi. Ben de surat asmadım. Ailemdeki ve dostlarımdaki erkekler de kutlamadı çok şükür. Demek ki doğru insanlarla bir aradayım. Kadın arkadaşlarım ile aslında nezaketen ve bütün bu algı yönetimleri ile dalga geçerek kutladık birbirimizi, yani farkındalığımızı artırarak…
Kısacası dostlar, benim tek ve kaçınılmaz kimliğim “İnsan” olmak! Adım ve soyadım da dahil olmak üzere diğer bütün kimliklerim alt kimliktir! Eğer, insanı unutarak yaşarsam diğer kimliklerimi, ne olurum bilemem…
Sevgi ve dostlukla kalın.
Bunu ilk kez 1990 yılında Marketing hocamdan duymuştum. “Ormana yukarıdan bakmak ve arada içine dalarak içerde neler olduğunu da görmek… Gerekirse güvenilir birkaç dostla içeriyi ve dışarıyı paylaşmak… Çok önemli derdi… Çok önemli… Özel hayatınız için de, iş hayatınız ve belki de en önemlisi toplumsal hayatınız için de çok önemli… Kartal olmak ve ötesini görebilmek çok önemli” derdi…
Anlattıklarını o kadar net hatırlıyorum ki : “Bir kartal keskinliğinde, ormanın üzerinden uçmayı bilirseniz ormanın bitimindeki korkunç yangının ormana doğru ilerlediğini de görebilirsiniz. Ama iş o yangını görmek değildir. Asıl iş o yangını görüp, ormana geri dönüp, yuvalarının dibinde bütün derdi karıncayiyen olan kırmızı karıncalara tehlikede olduklarını anlatabilmektir. Onlar inanmayacaktır, çünkü yuvaları harika ulu ağaçların gölgesinde, küçük bir akarsuyun zararsız hatta faydalı incecik deresinin yakınında ve bol yemişli bir alandadır. Tek yapmaları gereken, çok çalışıp bu nimetleri yuvalarına taşımak ve karıncayiyen’e karşı dikkatli olmaktır. Öte yandan tırtıllar için değişmekten, dönüşmekten öte bir şey yoktur şu kısacık fani hayatta… Diğerleri ne yapıyordur böyle? Anlamsız küçük hırslar ve tutkular için çalışıyorlar… Ne anlamsız… Arılar ise hem kırmızı karıncaları hem de tırtılları küçümseyerek dev peteklerin inşası içindedirler. Umurlarında değildir ormanın sonu, zaten onlar da uçabildiklerine göre Kartal’ın gördüklerini de görebiliyor olmaları gerektir. Onlar görmediklerine göre, demek ki Kartal yalan söylemektedir… Oysa Kartal kadar yukarı uçamayacaklarını kendilerine dahi itiraf edemeyecek kadar ana kraliçeye biat içindedirler… Bu arada yangın ormana varmıştır…
Daha büyük hayvanlar kokuyu alabildikleri için kaçmaya başlamışlardır bile… Gittikçe büyüyen bir yangın hızla kırmızı karıncalara, tırtıllara ve arılara yaklaşmaktadır. Ama onlar inatla bu yangını görmezden gelerek bu kez de bu karışıklıktan fırsat birbirlerine karşı aslında sessizce paylaştıkları yaşam alanları için mücadele etmeye başlamışlardır… Yangın artık, yanı başlarına gelmiştir. En güzel kovanı inşa eden arılar ormanı terk etmek zorundadır… Üstelik geride pek çok kıymetli bal bırakarak… Aynı şey kırmızı karıncalar için de geçerlidir. Aslında karıncayiyenin uzun zamandır ortada görülmemesine dikkat etmeliydiler! Ama onlar sevinmiş, bol bol zafer naraları atmış yeni bir düzen içinde olacaklarını haykırmışlardı… Hiç birinin aklına karıncayiyen nasıl oldu da ansızın yok oldu demek gelmemişti. Bu durumu fırsat bilen lider karınca ise, bütün durumu kendine mal etmiş ve kendi yönetimleri sayesinde kırmızı karıncaların barış içinde yaşayacaklarını söylemişlerdi. Kartalın söylediklerini ise kabul etmek mümkün değildi. Zaten Kartaldan dost olmazdı zira kendilerini yiyen de o değil miydi? Keşke karıncayiyenin ansızın neden yok olduğunu anlamaya çalışsalardı… Keşke… Ama çok geçti artık ve kırmızı karıncalar her şeyi geride bırakarak en yakındaki dereye doğru göçe başlamışlardı. Ama bu çelimsiz dere çoktan kurumaya başlamıştı bile…
Tırtıllar ise kelebeğe dönüşmeyi başardıkları an ateşin yakıcılığı ile de buluşmuşlar ve her şeye rağmen belki de en istikrarlı tercihin sahibi olmuşlardı…
Sonuçta ormana yaklaşan yangın yapacağını yapmıştı, alev alev yanan ormandan eser kalmamıştı…”
İşte derdi hocam asıl iş, hayatın her safhasında ya Kartal olmak ya da Kartal olan liderler varsa onların gördüklerine ve yıllar öncesinde yaptıkları uyarılara dikkat etmek…
Bakarız ve anlarız karşımızdakini, bakarlar ve anlarlar bizi…
Ama bu dışavurumculuk kendi yönetimimizdedir. En açık örnek gelinliktir mesela, herkes mesajı gayet net bilir. Doktorların beyaz önlük giymeleri de benzer bir şekilde ifadedir. Polislerin koyu renk hatta mümkünse lacivert ve siyah giyinmeleri… Kişisel tercih dersek, örneğin, pantolon giymeyi etek giymeye göre daha fazla tercih eden bir kadın, aslında karşı cinsle eşit değerlendirilmek istediğini, kendisinin de erkeklerle pek çok konuda aynı işleri yapabileceğini anlatmak ister. Eğer pantolonun altına topuklu giymişse ilave bir mesaj daha vardır, eşit değerlendirilmek istiyorum ama toplumun bana öğrettiği kadın çizgisinden de vazgeçmem diye… Ya da bir erkek ısrarla kravat takmıyorsa doğrudan verdiği mesaj “Boyun bağı – boyunduruk”tan kurtulma talebidir. Bunlara ekle çıkar pek çok dışavurum ve birbirimizin bilinçaltına ilettiğimiz mesajları bulabiliriz. Ama önemli olan ilettiklerimiz değildir iletemediklerimizdir. Tehlikeli olan iletemediklerimizdir... Örneğin geçmiş yüzyılın Çini gibi...
Herkesin tek tip giyindiği bir toplum… Herkesin ifadesi tek tip… Mümkün mü bu? Değil tabii ki… İnsan doğasına aykırı… O zaman o tek tiplerin içinde dışa vuramamak vardır… Aslında olanı beyan edememek… Ve gerçekten de bu yüzden değil midir formalar? Başa dönersek, beyaz önlük giyen her doktor, önlüğün altında ne olursa olsun tek tip mesaj verir. Polis üniforması, asker üniforması, okul üniforması… Tek tip…
Şimdi bu gözlükle bakarsak, saklamak istediğimiz niyetlerimizi tek tip, mümkün olduğunca kapalı ve mümkün olduğunca koyu renklerin içine koyabiliriz… Kim, nedir anlamak istersek de formaları, üniformaları kaldırıveririz… Üstelik kendimizi bir tek tipin içine koyarak, saklayarak…
Kendini ifade biçimidir giydiklerimiz ve beynimiz bu bildiği kadim bilgi ile çoğu zaman bizden önce karar verir...
Mühendis olarak matematiksel bakış ile ispat teorilerine bakmam kuşkusuz bir mesleki alışkanlık. Bize ilk öğretilen ispatı gerektiren teorinizi hangi önerme koşulları altında ele aldığınızı daha ilk baştan belirlemeniz ve bunu beyan etmenizdir. İşte bu bakışla, “Diktatörlük” ile ilgili bir yazı okudum bugün… Bilinen bir gazetede bilinen bir kalemden… Diktatörlük olsaydı, toplumun neleri yapamayacağına dair son yaşanan olaylardan örnekler vererek yazılan ve kendi sınırları içinde doğru ve mantıksal bir dizge ile kaleme alınan bir yazı… Ama ilk başta gizli olarak yapılan bir önerme ve bu önermenin kabulü üzerine kurulmuş bir yazı : “Devlet ve Halk ayrılığı ilkesinin kabulü olan, Yani Devlet ve Halk ayrıdır. En iyiyi devlet bilir ve halkı yönetir. Aslolan devlettir. Halk o devletin varlığına hizmet eder” önermesini kabul ederek kaleme alınan bir yazı. Ve bu önermeyi geçerli sayan bakış açısı için alkışa değer. Ama eğer bu önermeyi değiştirirsek “ Devlet ve halk ayrılığı olamaz, aslolan halktır, devlet halk için vardır. Kendisi için en iyiyi halk bilir, gerekirse devletin bütün kaynakları sorgusuz sualsiz bu gerekçelere dayanarak halk için kullanılır. Devlet halkına hizmet eder ve var olma sebebi budur…” önermesini kabul ederek okursak da bütün yazılanların geçerliliğini kaybettiği bir yazı halini alır… Alkışlanmaz… Beğeni görmez… İşte bütün mesele bu BİR EDİLEMEYEN ve taban tabana zıt önermelerle ispat etmeye çalışmaktır. Oysa bu önermelerin sınırı kadar doğrudur bunların ispatı da… Önermeleri bırakıp gerçeği söylediğimizde ise “ Devlet ve Halk etle tırnak gibidir deriz. Yani, yeri gelince et tırnaktan vazgeçer ve acı verse de ayrılabilir. Ama normal şartlarda biri diğerinin varlığı diğerinin teminatıdır ve üstelik bu karşılıklı olarak
Haber başlıklarının, sosyal medyada paylaşılanların ne kadar çılgınca konular ve sözler olduğunun farkında mısınız? Bir an için kendinizi bu ülkeden soyutlasanız. Dışardan bakmaya çalışsanız… İnanın dehşete kapılırsınız… Akıl sağlığı bozulmuş insanların bir arada konuştukları, yaşamaya çalıştıkları bir yer sanki… Eskiden milattan önceki yıllarda tedavisi mümkün olmayan hastaları bir adaya ya da yarımadaya terk ederlermiş… Oradaki ahali de kendi kaderi ile baş başa yaşarmış… Sanki öyle bir durum… Kabus gibi…
Biri konuşuyor, dondurma nasıl yenecek, diğeri hamile sokağa çıkmaz diyor, öteki ağaç söküyor, birileri orman yakıyor, üremek dürtüsü ile birileri diğerinin rızası olmadan ilişkiye giriyor, bu ilişkiden doğacak canlıyı ilişkiye rızası olmayan istemiyor, bu durumla hiç alakası olmayan birileri bu canlı ve rızası olmayan hakkında bir takım zorlamalar ortaya atıyor, yine bu durumla hiç işi olmayan başkaları da bu zorlamalara karşı başka zorlamaları da ekleyerek sürekli muhalif konuşuyor… Bu arada bir yerde birleşen bir grup kendilerine ait bir bölge kuruyor… Silahlanıyor, üstelik silahlanmıyorum diyerek… Birinin kafası bozuluyor, kime ve neye bozulduğunun hiç önemi yok, eline pala alıp sokağa çıkıyor, önüne gelene saldırıyor, diğeri bunu görüp özenip sopa ile fırlıyor öldüresiye adam dövüp tatmin oluyor, kimi nasıl ibadet edilmesi gerektiğini, kimi de şarabın nasıl içileceğini tariflemeye çalışıyor… Kimi de diken üstünde oturduğunu hissediyormuş…
Bu listeye herkes o kadar çok şey ekleyebilir ki…
Ve bir de ışınlanırken arıza olması sebebi ile yanlışlıkla buraya düşenler var sanki…
Onlar da dehşetle bu duruma bakıp, ısrarla normal bir gün yaşamak istiyorlar… Ve sanki her şey normalmiş gibi davranıyorlar… Anormal bir durum varken normal gibi tepki vermek de akıl sağlığının bozulduğunun ilk belirtileridir diyor psikiyatri kitapları…